2017 Oscar ödüllerinde İsveç adına yarışan “Owe adında bir adam” filmi ödül alamamıştı ancak 2017’de ABD’de en fazla gişesi olan yabancı film olmayı başarmıştı. Yapımcıların dikkatini çekmiş bu durum ve Tom Hanks’in başrolünde oynadığı “Otto adında bir adam” adı ile yeniden çekilmiş. İş yapan şeylere karşı (kapitalist zihniyetin yaratıcılığı azaldığında) yeni versiyonların çekimi, kolaycılık da olsa geçici bir çözüm olarak denenir. Bizdeki çakmalarının 7 Haziran- 3 Kasım süreci benzeri bir yeni versiyonunu çekmek istemeleri gibi. ABD’lilerin kolaycılığa kaçma nedeni sinema ile ilgilenen yaratıcı insan bulmada zorluk yaşamalarından kaynaklanıyor. Bizdekilerin harap hallerinin kanıtı da %0.1’lik partilerden medet umma seviyesinde.
Son Oscar ödülleri de bunun kanıtı niteliğinde değil mi? “Her şey her yerde aynı anda” 7 dalda ödül alacak film midir? Alıyor çünkü artık ABD bu alanı dışarıdan devşirilen sinemacılara bırakıyor. Bunu yaparken de kendi kalıplarının içinde kalınmasını sağlıyor. Yabancılar, Oscar zihniyetine uygun filmler üretsin, zihniyet korunsun mesele bu. Çünkü platformların ve dizi sektörünün rantı ortadayken kendi yetenekli insanlarını artık son demlerini yaşayan bu yerde tutamayacağını biliyor. Dönüşümü görüyor ve kalıplarını dayatarak kontrolü elinde olacak şekilde değişime ayak uyduruyor. Ecevit’in iktidar olduğu partide %1’lere düştüğü seçimde aday bulmanın zorluğu gibi bir kıtlık bu. Tar, The Banshees of Inisherin gibi eli yüzü düzgün filmlerin sıfır çekmesinin başka ne açıklaması olabilir ki? Ya da Babylon, Elvis gibi klasik Hollywood filmlerinin kıyıda köşede kalması… Tabi bakıyorum bu durumu Akademi üyelerinin değişimine bağlayanlar var. Sanki dışarıdan bir zorlama ya da ortaya çıkan bir güçle bu gerçekleşmiş gibi! Bu dar ve çizgi film tarzı düşünmenin benzeri siyasette Ekmeleddin ya da İnce’nin yarıştıkları isme bir sonraki seçimde açıktan ya da dolaylı destek vermesi gibi bir şey. Bu açıdan bakınca en azından şimdiki adayın bir sonraki seçimde ne olursa olsun yarıştığı ismi desteklemeyeceği kesin. Bu da muhalefetin evrim geçirdiğinin kanıtı aslında. Gelişme var. Bu arada gecenin filminin Marvelvari, yüzeysel felsefesine iyi diyenlere tavsiyem de Akademinin olayı evrime bağladığı için muhafazakar ABD zihniyetine aykırı oluşundan dolayı ciddiye almadığı “Interstellar” filmini izlemeleridir. Kalıp dışına çıkarsan yaratıcı da olsan görmezden gelinirsin. Ancak newage dinlere yakın, fakirliğe karşı gülümse, dua et, sev diyerek bunu örten, fakirliği tartışmadan uzak tutan, neden çalıştığımız halde fakiriz yerine aslolan ne zenginlik ne fakirlik aslolan aile sevgisi geri kalan her şey yalan ve önemsiz dersen yani kalıplara uyarsan elbette ödüller gelir. Bu arada her evren de eşler, çocuk ve babanın korunması da evrenler değiştirme vizyonun bu dar kalıbın vizyonu olduğunun da kanıtı.
Bunun bir benzeri doğulu bir toplum olarak bizde Antalya FF’de olmuştu. Zeki Demirkubuz usta Bozkır filmine festivalin kurallarını da hiçe sayarak 11 ödül vermişti. Tipik doğulu toplum keyfi karar mekanizmasına örnekti. Batılılar ise organize, sistematik bir dönüşüm için yön çizmek için kararlar alıyor. İşte Ruben Östlund örneği ortada. Bir İsveçli olarak ilk filmi Turist ile yabancı film dalında Oscar yarışında ilk beşe kalamayınca ağladığı video vardı. Beni kullanın, sifonu çekmeyin diyen bir gönüllü. Ki bu filmi güzeldi. Sonra ABD’li oyuncuları da oynattığı fena olmayan Kare filmi ile akan gözyaşlarına Akademi kayıtsız kalmamış ve yabancı film oscarını vermişti. Ve en son filmi Hüzün üçgeni’ni. İngilizce çekti, ABD’li oyuncuları da aldı. Normalde Cannes’de değil Altın Palmiye alma, yarışması bile büyük başarı olacak suya tiri, Kare filminden kat be kat yüzeysel sözüm ona muhalif, kapitalizmi eleştiren bir film. Kaptan ile iş adamı arasındaki didaktik diyalog beni düşündürmek yerine güldürdü örneğin. Finalde de uzakdoğulu kadının mahsur kaldıkları adada zulmeden biri haline dönüşmesi ile küfür gibiydi. Östlund’un dediği kapitalizm kötü olabilir ancak dünyanın mutlak gerçeği de bu! Ezilenlere fırsat versek onlar da aynı olacak. Ee o zaman mevcut sistem için bilmem kaç rekat şükür namazı kılalım çaresizliği, çapsızlığı. Mekanizmaya değil kişilere odaklı bir kapitalizm eleştirisi yersen. Ama Östlund aldı yürüdü. Oscar’a ana kategoride aday oldu. Yetmedi Cannes FF’ne jüri başkanı oldu. Bergman’ın kemikleri sızlıyordur.
Son olarak Oscar’ın en değerli kategorisi olan saçmalıklarını sinema anlamında bu kategorinin katkısı ile bizler tarafından da takibe değer kılan yabancı dilde en iyi film ödülü hakkında da kısaca konuşalım. Bu da bir eski filmin uyarlaması. Alman versiyonu olan “Batı cephesinde değişen bir şey yok” Remarque’in eseri ve ilk filmde tüm odak gençecik çocukların vatan, din vs denilerek beyinlerinin yıkanıp kendileri gibi olan gençecik insanları öldürmesi üzerinden savaşın insani yönü
daha doğrusu insanlık dışı oluşu anlatılmaktaydı. Bu versiyonunda ise bir odak daha var. O da tamam da Almanlara da haksızlık yapıldı ya da üst kademenin gerekçelerini de aktarmaya çalışmış. Yani bir tür büyük resmî görmeye çalışmış. Bu beni filme karşı soğutan bir neden. Şöyle ki geçenlerde bir maçta beyaz toros, Yeşil posterleri açan insanların halini düşündürüyor. Kurallara uygun bir takıma karşı hareket ne ile açıklanabilir. Kızı Yeşil tarafından işkence ile öldürülen bir anne baba ağlayarak izlediğini söyledi bir röportajda. İşte işin içine bu tarz çiğ bir siyaset girince insani olanı kaybederiz. Zaten bizdeki siyasetin en büyük eksikliği de “sıradan insanın duygularından yoksun, sözümona mantık ile yapılan insansız siyaset.” Oysa siyaset de sanat da insanilikten ödün verip kendince büyük resmî görme/gösterme merakına girdikçe Hitler’i bir kahramana dönüştürebilir. Ki bu da onu sistemin pisliğine ortak eder.
Ya şu başta anlattığım filmin adını “Hayata röveşata çeken adam” diye çeviren yiğidim seninle tanışmak istiyorum. Bana danışsaydın “Hayata pandik atan adam” diye öneride bulunurdum. Daha vurucu olurdu. İlahi ya.