Hayli uzun bir süreden sonra İstanbul’a dönüp kadim sokaklarında doyasıya yürürken kendimi Fındıkzade Cuma Pazarı’nda buluverdim. Pek hoştur sonbaharın pazarı, güz kökeniyle güzeldir kelamı, kereviz baskın kokusuyla verir ilk selamı… Koku değildir bu gelen, usaresidir envai zerzevatın… Pırasalar, bal kabakları, doyulmaz bir temaşadır dökülürken ağaç yaprakları… İşte böyle huşu içinde gezerken küfecileri gördüm. Hani o insanların aldıkları sebze ve meyve yükünü evlerine taşıyan küfecileri. Nasıl bir çoşkuya kapıldım anlatamam, sayılamayacak kadar çoktular ve her biri küfesini yeşil bantlarla sarmıştı… Neredeyse 30 yıldır hiçbir yerde görmemiştim onları. Heyecanla her biriyle konuştum, ellerini sıktım, küfelerine dokundum… Ah be İstanbul, nasıl bir deryasın sen, evvelin Arkadius Forumu, sonraki Cerrah Paşa Külliyesi civarında, eskiden Avrat Pazarı denilen yerin yanı başında, şimdinin Cuma Pazarı’nda nostaljinin hangi sararmış sayfasını delip de çıkartıverdin emektar küfecileri?… Sırlarına akıl yetmez Aziz İstanbul… Gerçi bu fiyatlarla küfelerin nasıl dolacağı apayrı bir sırdır…
Bir süredir eski kitabeleri, mezar taşlarını okuma gayreti içindeyim… Tophane semtinde dalmış gitmişim, eski mezar taşlarını okumaya çalışıyordum heceleye heceleye… Arkamdan birisi aniden gelip “Okuyabiliyo musun abi?. Bu civarda oturuyorum da, ne yazıyo bu taşlarda ben de merak ediyorum!…” deyince irkildim bir an, toparlanıp “Eh okuyabiliyorum da çok yavaş oluyo, epey zor, yarım saatte ancak okurum bunları…” dedim, adam “O halde ben gidiyim abi, sana kolay gelsin” dedi ve hızlıca uzaklaşıp gitti…
Burada sunulması gereken hipotez şudur; Merakta Sebat Süresi… Herhangi bir konuda merakı gidermeye sabretme süresi kaç dakika olmalıdır?… Eğer bu süre, bu hızlı sosyal iletişim dehrinde bir gogıl onlayn birim kadarsa yarım saatlik öğrenme ve merak sebatı oldukça fazla diyebiliriz… Böylece giden adam haklı çıkmıştır…
Zeytin hasadı zamanı bizim adaya yine erken geldi bu sene, zira kurtlanan zeytinler dökülmeye başlayınca bir an evvel toplamaya koyulduk… Sıkılınca az çıkar amma yemyeşil ilaçtır erken hasadın yağı, lezzeti ruha dahi şifadır… Hâsılı, zeytini ağacın dallarını incitmeden pürneşe toplarken doğa ötesi bir şeye tanık oldum… Dallar arasında gayet özenle yapılmış bir kuş yuvası… Yaklaşıp yakından bakınca bir de ne göreyim… İnce ince dallarla örülmüş yuvanın etrafı yer yer naylon poşet parçalarıyla sarılmış… Küçük yuvayı çevreleyen dalların arasına sıkıştırarak ısı yalıtımı yapmayı öğrenmiş minik kuş… Çok şaşırdım önce, sonraysa bir sızı kapladı bünyemi… Yüzbinlerce yıldan uçup gelen evrim sakil bir poşete takılıp kalmış… Daha biz öğrenemedik ki, şimdi bu zavallı kuşa poşetsiz yuva yapmayı nasıl öğreteceğiz… Kuşla alakalı durmuyor gibi görünse de filozofun şu sözleri geliyor nedense aklıma; “İnsan ne güzeldir insan olduğu zaman”
İyi olmanın ötesi çok iyi olmak mıdır yoksa delice, çılgınca bir saflık mıdır bu modern zamanlarda?… Ne derecedir İyilik Ötesi Algısı?…
Ege’de rüzgarı bol adada zeytinlerin sevgiyle sardığı bir köyün sembolüydü rahmetli Trelos Andon, yani Deli Andon… Onun gibi efendi, güzel bir deli görmemişti civarın zeytin ağaçları, ruhu şad olsun… İşte bu Andon’un hali vakti yerinde, maddi durumu oldukça iyi bir abisi varmış İstanbul’da. Çok da iyi yürekli birisiymiş… Öyle ki, ayakkabılarını iki boyacıya aynı anda boyatırmış. Boyacı taburesine oturup sağ ayakkabısını bir boyacı sandığına sol ayakkabısını diğer boyacı sandığına koyup ikisine birden boyatıyormuş ve ikisine de aynı ücreti ödüyormuş. Böylece iki boyacının da para kazanmasını sağlıyormuş…
Bu daha bir şey değil, bir yere taksiyle gideceği zaman yine aynı anda iki taksiyle birden gidiyormuş… İkinci taksi bindiği taksinin arkasından boş olarak takip ediyormuş ve gidilecek yere varıldığında iki taksi şoförü de aynı ücreti alıyormuş… Tabii ki, kulağa inanılmaz geliyor fakat en başta değindiğimiz gibi iyiliğin ötesine geçme durumu gerçeği belirsiz hale getiriyor, delilik boyutuna devşiriyor… Sonuç olarak çok iyi olmak, diğer taraftan yani kötü taraftan bakınca zırdelilikten başka bir şey değil gibi durmaktadır… Şimdi Trelos Andon ve abisini düşünüyorum da bu iki kardeşten hangisi daha deliydi?… İyi ve deli olanı mı yoksa çok çok iyi ve akıllı olanı mı?…
Pan Metron Ariston (Her şeyin ortası iyidir-Aristoteles)
Ekalliyetten bir Rum Barba anlattı… Öyle bir fakirlik varmış ki onların zamanında… Şeker nerde, şerbet nerde… Adamın birinin karısı kırk yılın başı baklava yapmış ve “Sakın yeme, misafirler için yaptım” diye kocasını tembihlemiş, buna rağmen içine düşen kuşkuyla baklavayı bulunmayacak şekilde güzelce saklamış. Gel gör ki, aylardır baklavayı bekleyen kocası gayretli bir arayıştan sonra bulmuş mis gibi ev baklavalarını… Karısı anlamasın diye kat kat olan her baklava diliminin ortasındaki birkaç katmanı çekip yiyormuş, sonra alt ve üst katmanı kapatıp tepsiye geri koyuyormuş. Böylece gidip gelip baklavaların ortasını çekip yemek suretiyle dört santim kalınlığındaki baklavaların hepsini bir santim kalınlığa indirmiş. Sonunda misafirlere ikram edilirken karısı anlamış durumu fakat ne çare yokluk işte, misafirler de baklava ikramı bulmanın sevinciyle inceliğine aldırış etmeden afiyetle yemişler…
Aynı zamanlarda başka bir hikayede bu kez bir anne çocuğuna “Bak bu şekerlikteki şekerleri yemek yok, bunlar misafirler için… Saydım bak tam 15 tane var, eksilirse yakarım çıranı…” diye tembihlemiş. Çocuk bu durur mu, çoşkun akan su kurur mu, şekerleri eksiltmeden yemenin bir yolunu bulmuş… Nasıl mı?… Her bir şekerin paketini açıp biraz yaladıktan sonra özenle sarıp aynı yerine koyuyormuş… Bu yöntemle uzun bir süre boyunca şekerleri tek tek yalamış ve böylece epeyce küçülseler de 15 olan şeker sayısı hiç değişmeden kalmış…
O yokluk demlerini yaşayanlar, bilenler asla tam bir tüketici olmadılar ve bir tanecik kuru incirin, bir halkacık paslı zincirin kıymetini bilerek yaşadılar…