MERCİMEK ÇORBASI VE DAVUD’UN MÜHRÜ – Güneri İçoğlu

1578 01

(Eski Ahit’te kısa bir yürüyüş)

Ne zaman bir mercimek çorbası içsem kaşık dudağıma değer değmez Eski Ahit’te anlatılan Yakub’un akıl dolu hikayesi gelir aklıma… Hele mercimek çorbasının 25-30 liraya vardığı şu günlerde bu hikaye belleğimde daha da anlamlı bir hale geliyor… 

   Sadece bir kap mercimek, bir kap mercimek çorbası… Aslında bütün hikaye bununla başlıyor diyebiliriz… Gelin kaşığı çorbaya daldıralım… 

   İshak’ın ikiz doğan oğullarından ilk doğan Esav ve ikinci doğan Yakub, ismi topuğu tutan ya da yerini alan anlamına gelen Yakub. Çünkü Yakub doğduğunda abisi Esav’ın topuğunu tutuyordu. İlk oğulluk hakkı olan Esav, avcıydı, kır adamıydı. Yakub ise yerleşik, sakin biriydi. Babaları İshak, getirdiği av etini yediği için Esav’ı daha çok severdi, anneleri Rebeka ise Yakub’u severdi… Birgün Yakub çorba pişirirken abisi Esav, aç bilaç kırdan geldi ve Yakub’a, “O pişirdiğinden bana ver, çok açım ve baygınım” dedi. Yakub da dedi ki; “İlk oğulluk hakkını bana sat.Esav, yorgun, argın şöyle söyledi: “Ben ölmek üzereyim, ilkliğin bana ne faydası olur?Yakub, “Önce yemin et” dedi. Bunun üzerine Esav yemin etti ve ilk oğulluk hakkını Yakub’a sattı. Yakub da abisi Esav’a mercimek çorbası verdi. Esav yedi, içti, kalkıp gitti. Bu şekilde ilk oğulluk hakkı Yakub’a geçti. Daha sonra Yakub, Esav’ın elbiselerini giyip, küçük bir aldatma ile gözleri görmeyen babasına da kendini mübarek kıldırdı. (Bkz: Eski Ahit, Tekvin, 23, 24, 25, 26.) 

   Böylece Yakub’un yani İsrail’in On İki oğlu oldu ve bu On İki koldan İsrail Oğulları yayıldı. Mercimek çorbasıyla başlayan tarihsel bir süreç bugünlere geldi, nice politikalar, ekonomiler, kültürler, yaşamlar oluştu. İçtiğim her mercimek çorbasında, defalarca okuduğum bu bölümleri hatırlarım. Şu anda dünyanın birçok yerinde de, Filistin’de de bir tas çorba için, pek çok şeyini feda edecek insanlar vardır düşüncesi, çorbanın dumanıyla birlikte hafiften yayılır zihnimde…

   İsrail Oğulları dedik… Şöyle kısaca kronolojik sıralamayla geçmişe bir göz atalım… M.Ö. 1750’lerde kıtlık yüzünden Mısır’a giden İsrail Oğulları, Orta Bronz Çağı boyunca, Demir Çağı’nın başlangıcına kadar, yaklaşık 460 sene Mısır’da kalmışlar, ancak M.Ö. 1280’de Mısır’dan çıkmışlar. Yaklaşık 4.5 asır, yani bir çağ… Bu kadar süre yaşadıktan sonra o yer vatanındır, toprağındır be kardeşim. İsrail Oğulları arzu ederlerse gidip firavunlardan, Ramses’ten falan da hak talep edebilirler. 40 yıl kadar daha Tanrı tarafından kendilerine vaadedilmiş topraklara ulaşmak için çölde dolaşma, etti mi sana 5 asır…

   Mısır’dan geldikten sonra Filistin’i fethederek yerleşip, Babil Kralı Nabukadnezar tarafından Kudüs’ün düşüşü olan M.Ö. 587’ye kadar yaklaşık 7 asır vadedilmiş bu kutsal topraklarda yaşamışlardır. Bu tarihteki Babil’e toplu halde sürgünleri yarım asır kadar sürmüş ve bu sürgünden döndükten sonra kutsal topraklarda, oradan oraya sürgün edilmek suretiyle başka başka ulusların kontrolüne girmişlerdir. Kendilerine vaadedilmiş bu topraklar, Babilliler’in ardından sırasıyla, Persler, Yunanlılar, Romalılar, Bizanslılar, Araplar ve Osmanlı İmparatorluğu’nun hakimiyetine geçmiştir; yani İsrail Oğulları hariç hemen her millet. Bu kutsal topraklar onlardan sonra herkese vaadedilmiş demek ki, ya da bir başka deyişle bu tarihsel iniş çıkışlardan sonra kutsal toprakların onlara nasıl ve ne şekilde vaadedildiğini anlamakta güçlük çekiyoruz. Görüyoruz ki, hala vaadedilen bu yerlere tam mânâsıyla yerleşememişler. Zira M.Ö. 1250’lerde Filistinliler’le başlayan çekişmeler ve fetih hareketleri, M.S. 2000’lerde hala sürmektedir. Yani, 3250 yıldır hala bu sorun onlar açısından çözülememiştir. Zaten dünyada hangi sorun tam olarak çözülmüştür ki, bu da çözülsün…

   Neyse, biz yine dönelim kutsal topraklar tarihinde ilginç bir karşılaşmaya… Yüzyıllar yüzyılları kovalayıp, Filistinliler’le cenkler, çekişmeler sürerken M.Ö. 1000’li yıllara gelindiğinde, bir çarpışma sırasında, çok ilginçtir ki, genç Davud, tunç miğfer ve tunç zırhlarla tank gibi donanmış dev cüsseli Filistin pehlivanı Golyat’ın karşısına taş ve sapanla çıktı. Davud’a zırh giydirdiler ama alışmadığını söyleyip çıkardı. Aynı şu andaki Filistinliler gibi eline değneğini ve sapanını alıp Golyat’ın üstüne yürüdü. Hatta bir ara Golyat; “Ben köpek miyim ki, üzerime değneklerle geliyorsun?” diye yarı esprili bir şeyler söyledi. (Bkz: Eski Ahit, I. Samuel, 17, 18.) İşte böyle taş ve sapanla karşısına çıktığı Golyat’ın tam alnının ortasına bir taş isabet ettirip onu devirdi. Böylece Altı köşeli mührünü bir daha silinmemek üzere Golyat’ın alnına dolayısıyla kutsal topraklara vurdu. Gelelim günümüze, şimdi de 3250 yıl sonra tam tersi bir şekilde genç Davut gibi Filistinli gençler, çocuklar zırhlı tanklara taş atıyorlar, Golyat’ın alnına isabet ettirmek için. Ama zor, çok zor, çünkü bu Golyat, görünmeyen bir Golyat. Global, nasyonal bir Golyat… Her şey tersine dönüyor. Yine kan akıyor, akıyor ama başka bir yöne doğru… Dileriz ki tüm dünyada, kutsal olan, olmayan her yerde dursun bu kan akışı… Anlayamıyoruz bu kutsal toprakları… Davud’dan Bin yıl sonra Davud’un soyundan gelen İsa da kendi ırkdaşları tarafından Golgota’da yani Kafa Kemiği denilen yerde çarmıha gerildiğinde, bu topraklardaki son anında “Eloi Eloi lama sabaktani?(Tanrım niçin beni bıraktın?) demişti. Bu kutsal topraklarda daha kimbilir kimler diyecek; “Eloi Eloi lama sabaktani?...”