Saint Omer İncelemesi – Kuçors Sinema Akademisi

Cropped Kucors.jpeg

Yok Olma İhtimali Olmayan Şey Var Olma İddiasında Olabilir mi? 

Alice Diop: Afrika kökenli, Fransız, kadın, siyahi yönetmen. Bunlar önemli. İlk uzun metrajlı filmi “Saint Omer” şimdilerde vizyonda. Bu tür bir arka plana sahip bir sinemacının tam da kendi varoluşunun getirdiği sorunları anlatması beklenir ve doğru da bir durum. 

Önce film hakkında biraz konuşalım. İki siyahi ve kadın, ana karakter var. Biri yazar diğeri beyaz bir Fransız’la evli ve 15 aylık çocuğunu öldürmekle yargılanmakta olan göçmen bir genç kadın. Yazar; Öz ailesinin geçmişte yaşadığı göçmenlik, yabancılaşma ve uyum travmalarının tortusunu ruhunda yaşayan biri. İlk olarak kısa bir anlatımla bu karakteri görüyoruz. Yazar kadın, Senegal’den göç edip, Fransa’ya üniversite okumaya gelen siyahi kadının davasını bir gözlemci olarak seyretmek için gittiği  mahkeme salonunu ve davanın tüm tarafları da filmin ana omurgasını oluşturuyor. 

Film, 15 aylık bebeğini deniz kenarına bırakarak ölüme terk eden Laurence Coly adlı kadının duruşması üzerinden anlatmak istediğini vermeye çalışıyor. Gerçek olaydan esinlenen ve Diop’un da belgeselci geçmişi göz önüne alındığında ve de feminizm, siyah hakları, göçmenlik gibi batı entelektüel dünyası için gündem olan konulara değinmek büyük bir sinema meydan okuması. Gerçek olayın ötesine geçmesi, olaya neden olan faktörleri açıklaması ve yetmezmiş gibi pek çok zekanın zaten üzerinde kafa yorduğu bir konuda yeni bir bakış açısı getirmenin zorlukları ile karşı karşıya olduğu için yönetmen adına “yaratıcı” bir film çıkarmak zorlaşıyor. 

Diop bunu başarabiliyor mu? Bence hayır. Belgesel tarzı yerine kurgusal bir film yapmayı seçmesi hata. Çünkü belgesel yapısı gereği her yönüne bakmalı ve imkanları bu anlamda geniş. İş kurgusal bir film olunca gerçeği yeniden var etmeniz, hissettirmeniz ve bütünlük oluşturacak bir film ortaya koymanız gerek. 

Tiyatro türüne daha uygun bir anlatı için de uygun film. Diyaloglar ve oyunculuk performansından destek alarak tiyatro için başarılı bir eser olabilir.

Sinema anlamında pek başarılı sayılmaz bence. Bunda çok bilinen ve işlenen temaları ele alması, camus’un “Yabancı” ya da Ayn Rand’ın “Hayatın kaynağı” kitapları ve sinema uyarlamaları gibi pek çok kez yapılmış bir arka plan üzerine filmin esasının inşaa edilmesi de bir neden belki de.

Diyaloglar başarılı mı? Elbette çok güzel bir matematik ile yazılmış bir senaryo var ortada. Siyahi kadının Afrika’daki görece üst sınıf ailesinin kendi yolunu bulmasına yardım etmek yerine onun için en iyisini planlayan bir yol haritası içinde kalmasını istemeleri, buna karşı çıkarak bir irade gösterip de hukuk yerine felsefe okumaya karar vermesi ile ona yapılan desteğin kesilmesi iyi niyetli bile olsa az gelişmiş toplumlarda hiçbir sevginin karşısındakini  bir birey gibi görüp bütün halinde sevmesinin imkansızlığını da anlatıyor. Çünkü az gelişmiş toplumlarda “birey” kavramının oluşması için gereken alt yapı yoktur. Çobansız, kurtarıcısız az gelişmiş toplum olmaz. Bu yapısal bir sorundur. İşte son seçim sonuçları sadece iktidar değil muhalefette hiçbir eleştiriye müsamaha göstermeyen “çobanların” liderliğinde. Özgür Özel’in boyutuna takılıp işlevi yani sonucu arka plana ittiği ve alınan oy oranına başarı gördüğü seçim sonucu sonrası yapılan itirazlar “Bunu yapanları kazıyın altından FETÖ ya da AKP’li çıkar” demesi misali bir garabet. İster iktidar ister muhalefetin bildiği siyasi metodoloji dili köylü Mehmet Amca misali “fişlemeden, damagalamadan” ibaret. Ki baskı artar da formaliteden başkan değişimi olursa emanetçinin de kim olduğu bu diyalogla belli oldu bence.

Filme dönelim yine Laurence statükoya, kendine biçilen role başkaldırınca yalnızlaşır. Çaresizlik yapılmayacak şeyleri mümkün kılar. O da hayatta kalmak için kendinden 30 küsur yaş büyük birine, evlenme ve aşk vaadiyle, çaresizlerin olmayacak duaya amin deme ümidi ile taşınır ve birlikte yaşarlar. Adam kadını bütünüyle sevmez. Cinsellik ve ego tatmini için işe alınmış, sınırları belli olan bir part time çalışan gibi görür. İnsanı metalaştırmanın iğrenç bir örneği. Kadını o dar sınırlı alanda tutar. Toplum karşısında yok sayar, gizler. Yani Laurence’in birey olma çabası için bu denemesi başka bir köleliğe evrilmiştir. Hatta yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştur. Zekamızın çözemediği gerçeklik karşısında mistik bir örtüye sığınmak sık görülen bir şey. Son dönem kanser hastalarının otlardan medet umması misali. Bu bir tür gerçekliğe isyan ve birey olma yolundaki ağır yenilginin “sahte” bir dünya yaratılarak aşma çabasıdır belki de. Ama gerçeğin takvimi işler ve yıkar bu sahte algıyı da. Savcı üzerinden egemen erkek ve beyaz batılı bakış açısını da başarılı bir şekilde ortaya koyar film. 

Benzer arka plan ve çok düşünülen hakkında konular oluşundan mıdır bilinmez “sarsıcı” bir film hissi yaratmadı bende. “Ex-machine” filminde bir robotun aşkı bile taklit edebileceği vurgusu misali yapay zeka elinden çıkmış bir kimliğinin acılarından faydalanarak kariyer inşaası gibi bir düşünce bile oluştu bende.

Acıların, sevginin bile sistemde yükselmek ve kabul görmek için bir araç olarak kullanıldığı çağda neden olmasın ki bu ihtimal? 

Sinema ya da diğer sanatlarla en güçlü bağı “samimiyet” üzerinden kurabiliyor insan. Samimi olmak acıyı, yenilgiyi kabul etmeyi, uzaklaşmayı da içeriyor. Hayat bir tatbikat değil. Gerçek kurşunlarla yaşanan bir savaş. Ancak ne sanatımızda ne muhalefetin yenilgiyi bile anlamayıp  (bırakın istifa etmeyi siyaseti tümden bırakmaları gerekirken) hiçbir şey yokmuş gibi ‘önümüzdeki maçlara bakacağız’ tavrı bizlere Tom ve Jerry misali bir çizgi film dünyasında yaşadığımız hissi veriyor. Oysa sonuçları kanlı canlı bize dokunuyor! Yok olma ihtimali olmayan şey var olma iddiasında olabilir mi? Gerçek olabilir mi? Samimiyetin olmadığı yerde gerçeğin varlığı mümkün mü?