Selam sevgili okur. Sen bu yazıları okuyorken, ben Akçay-Ayvalık arasında mekândan mekâna koşuyordum ve kıvrak dans figürlerim sayesinde her mekânın aranan yüzü olup kızların vazgeçilmezi olmuştum demeyi çok isterdim ama şimdiye kadar sadece dört tane dede ile tanışabildim. Bu dedelerle nasıl ve nerede tanıştığımı bilmiyorum ama tanıştıktan sonra ayrılmaz bir ekip olduğumuzdan hiçbir kızla tanışamıyordum, çünkü ben bireysel olarak bile bir kızla tanışma esnasında zorlanıyorken, şimdi dört tane dede ile beraber bunu asla başaramazdım. Ayrıca sahilde bulunan kıraathane tarzı yerde oturup çok sesli bir şekilde TÜİK’i eleştirdiğimiz için yanımıza hiçbir kız yanaşmıyordu. Biz bu sahilde, birileri hükümeti eleştirsin diye vardık. Biz bu sahilin karabelalarıydık.
Eğer herhangi bir kız bana uzaktan bakıp “Ne kadar yakışıklı bir çocuk, gidip tanışayım!” dese bile, dedelerden birisi Akşener’i eleştirdiğinde kendimi tutamayıp alkışlıyordum. Yazlık yerde ülke siyaseti konuşmak beni günden güne içine çekmişti. Her sabah Emin Çölaşan’ı okuyor, televizyonda Can Ataklı’yı izliyordum. Sahilde dedelerle gürültülü bir şekilde benzin zamları hakkında konuşuyorduk ama bunun bir sonu olmayacağını anlamıştım. Ülke siyaseti konuşmak hiç bitmeyecek bir dipsiz kuyuydu. Dedeler zamanla ölecek, bu görevi bana devredecek ve ben başkalarının “dede” dediği birisi olacaktım ve çok yüksek sesle enflasyonu eleştirecektim. Hayır, böyle olamazdı. Bu zinciri kırmalıydım. Ben böyle düşünüp denizde yüzerken, bir dede aniden yanımda belirip, “Bak, ne oldu? Togg yaptılar sözde yollarda görüyor musun hiç?” dedi. Gerçekten biraz önce düşündüklerimde haklıydım. Bu zinciri kesinlikle kırmalıydım. Fakat ben alışkanlıklarımdan o kadar kolay vazgeçen birisi değilim. Emin Çölaşan okuyup, Can Ataklı izlemeye bir süre daha devam edecektim. Hükümeti eleştirmek istediğimde ayna karşısına geçer kendi kendime konuşurdum ama bu dedelerden kurtulmam gerekiyordu. Sahilde denizden çıktıktan sonra eşyalarımı toplayıp bir anda koşmaya başladım. Yarın yokmuş gibi koşuyordum. Hem bu ulaşım zamanlarından sonra bir taşıta binmem beklenemezdi. Bakın bakın yavaş yavaş zamları eleştiren bir dedeye dönüşüyordum bile. Şu son yazdığımı okumamış olun lütfen. Kafkavari bir dönüşüm içindeydim resmen, bir sabah kendimi evin içinde takma dişlerimi ararken bulmaktan korkuyordum. Koştum, hiç durmadan koştum ve çok uzaklaşıp bir kafeye oturdum. O sırada karşımda dünyanın en güzel kızı diyebileceğim bir kız oturuyordu. Hafif hafif bakıştıktan sonra okuduğu dergiyi gördüm, Leman okuyordu. Hemen sohbete başladım, “Ben de bu dergide yazıyorum ya” diyerek. İlk defa günler sonra dedeler harici birisiyle konuştuğum için insanlarla iletişim kurmakta güçlük yaşıyordum. “Aa, öyle mi? Hangi sayfada falan?” dedi. Gösterdim yazımı, okuyup çok güldü. Konuşma harika ilerliyordu. O sırada omzumda bir el hissettim, kızın iki eli de masadaydı. Omzumdaki ele dokununca bunun bir yaşlı eli olduğunu anlamıştım, dedeler beni bulmuştu. “Can, neden koşarak gittin yanımızdan?” diye sordu dedelerden birisi. “İşim vardı,” dememi bile beklemeden Ecevit dönemi esnaf krizinin bile bu dönemden iyi olduğunu anlatan bir muhabbet açtılar ve kendimi tutamayıp, “Bak, o dönem yazar kasa atan esnaf bile bin pişman!” diye girdim konuya. Dedeler, muhabbete beni de dahil etmeyi başarmışlardı. Masamıza oturdular. Tüm bu olan bitene anlam veremeyen kız ise hızla kalkıp, “Benim eşyalarla ilgilenmem gerekiyor. Sona görüşürüz, Can” dedi. O günden sonra bir daha hiç gelmedi. Bu kadar çok eşyalarla ilgilenmesi, eşyanın tabiatına aykırıydı. Hayatımda hiç kimse girmemişti, ama her şeye rağmen dedelerle ülke siyaseti konuşmaktan memnundum. Dede olmaktan kaçış yoktu, bir gün elbet ülke siyasetiyle ilgilenen herkes yazlık yer dedesi olacaktı. O gece denize girip çok açıldıktan sonra “Enflasyon orta direği bitirdi!” diye bağırıp hiçbir şey olmamış gibi yaşama kaldığım yerden devam ettim.